PAROLAMIZ YA İSTİKLAL YA ÖLÜM

Abdullah ŞAHİN

MENÜ
10.SINIF TARİH DERSİ
12.SINIF İNKILAP TARİHİ DERSİ
T.C İNKILAP TARİHİ VE ATATÜRKÇÜLÜK
ÇAĞDAŞ TÜRK VE DÜNYA TARİHİ
YNT TV

4.3. XIX. YÜZYILDA SOSYAL HAYATTAKİ DEĞİŞİMLER

4.3. XIX. YÜZYILDA SOSYAL HAYATTAKİ DEĞİŞİMLER



TARTIŞALIMAvrupa'da XIX. yüzyılda meydana gelen ihtilallerin sosyal hayata etkileri neler olabilir?


Nüfus ve Nüfuz

XIX. yüzyılda devletler, gelişmenin ana unsurlarından biri olan nüfus gücü için çeşitli politikalar üretmiştir. Fetihler yapmak, hâkimiyet sahasını genişletmek ve saygınlık kazanmak isteyen devletler, özellikle askerî endişelerle nüfuslarını korumak istemiştir.

Avrupa'da XVI. yüzyılda gelişen ve XIX. yüzyıla kadar etkili olan merkantilist ekonomi anlayışı, güçlü ve zengin bir devlet için nüfus artışını desteklemiştir. Merkantilistlere göre nüfusun büyüklüğü; siyasi, askerî ve mali açıdan önemli bir güçtür. Merkantilistler, ülkedeki nüfus artışıyla üretimin de artırılacağını ve bu durumun hazineye gelir olarak yansıyacağına inanmıştır. Ülke dışından yapılan göçler, nüfus artışı sağladığı için merkantilizmde olumlu karşılanmıştır. Bu düşüncenin ürünü olarak özellikle XVIII. yüzyılda Avrupa'da yaşanan nüfus artışı üretimi ve ticareti artırmıştır. Ormanlar tarım arazisine dönüştürülmüş, bataklık veya tepeliklere kadar ziraat yaygınlaşmıştır. Sanayileşme sonucunda da kentler büyümüş ve göç hareketleri hız kazanmıştır.

XIX. yüzyıldan itibaren nüfus, merkantilizm anlayışında olduğu gibi ulus devletler tarafından da zenginliği artıran bir araç olarak görülmüştür. Bu yüzyılda meydana gelen siyasi, askerî, sosyal ve ekonomik ihtiyaçlar, devlet yöneticilerini ülke nüfuslarını artırmayı amaçlayan politikalar üretmeye yöneltmiştir. Yöneticiler, nüfus artışını hızlandırıcı politikalarla devletlerin politik-askerî güç kazanmasını sağlamaya çalışmıştır. Ayrıca Avrupalı devletler, sosyo-ekonomik durumlarını güçlendirmek için nüfustan faydalanmak istemiştir.

Avrupa’da sanayileşme ve kapitalizm süreçleriyle birlikte insanlar, fabrikalara ve kentlere akın etmiştir. Bu nüfus hareketleri sonucunda XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren devletler, nüfuslarını tam olarak tespit etmek amacıyla nüfus sayımları yapma ihtiyacı duymuştur.




BİLİYOR MUSUNUZ? Devletlerin kullandığı imkân ve kabiliyetlerin tümü olan millî güç, bizzat millet tarafından oluşturulur ve millete aittir. Demografik güç, millî gücün en önemli unsurlarından biridir. Diğer millî güç unsurlarının nicelik ve nitelik açısından desteklenmesinde de demografik güç önemli bir işleve sahiptir.

XIX.yüzyıldan itibaren ulus devletler demografik gücü; ülkenin toplam nüfusu, yetişmiş insan gücü, nüfusun eğitim durumu ve öğretim düzeyi gibi kriterlere göre değerlendirmiştir. Ülkeler demografik gücü, güçlü bir devlet için önemli saymıştır. Ancak nüfusun sayısal olarak artışını tek başına yeterli görmeyen devletler, nüfusun eğitimli ve üretken olması için çalışmalar yapmıştır.


YORUMLAYALIM
Osmanlı Nüfus Politikaları
Osmanlı Devleti; Klasik Dönem’ de nüfusu, asker ve vergi kaynağı olarak görmüş ve fethettiği toprakları imar etmek için kullanmıştır. XIX. yüzyılda ise Osmanlılarda, Avrupa’daki bürokratik devlet ve nüfus teorilerinin etkisiyle nüfus sayımları yapılmaya başlanmış ve nüfus hizmetlerine dair teşkilatlar kurulmuştur. Nüfus artışıyla ticaret, sanayi, tarım ve askerî bakımdan güçlü bir Osmanlı Devleti oluşturulacağına vurgu yapılmıştır. Bu doğrultuda nüfusun artışının doğal kaynağı olarak görülen evliliklerin önündeki en önemli engel olan masrafların azaltılması için taşra idaresi ve ileri gelenlerine emirler gönderilmiş ve müfettişlerle ebeveynler ikna edilmeye çalışılmıştır.
İbrahim Serbestoğlu, “19. Yüzyılda Osmanlı Devleti’nde Nüfus Algısının Değişimi ve Nüfusu Artırma Çabasında Müfettişlerin Rolü”, s.259-261’den düzenlenmiştir.​
XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin, nüfusu artırmak istemesinin sebepleri neler olabilir?


Ulaşım ve Haberleşme


Sanayi Devrimi ile birlikte Avrupalı devletler yüksek kapasiteli, ucuz maliyetli ve güvenli bir taşıma sistemine ihtiyaç duymuştur. Bu nedenle XVIII. yüzyılın ortalarından itibaren Avrupa’da yol ve kanal inşası gelişmiştir. Yapılan bu yollar ve kanallar sayesinde hem insanlar hem de ürünler daha süratli ve daha ucuza taşınmıştır.

XIX. yüzyılda kapitalist devletler, hammadde ve pazarlara kolay ulaşabilmek için yeni bir ulaştırma aracı olan treni icat etmiştir. Buhar gücünün ulaşımda kullanılmasıyla ortaya çıkan tren ve demiryolu ağı, kapitalist devletlerin etkinliğini ve gücünü artırmıştır.

Avrupa’da ilk başarılı demiryolu 1830’da İngiltere’de açılmış ve kısa sürede bu ülkenin önemli şehirleri demiryoluyla birbirine bağlanmıştır. 1870’lere gelindiğinde Batı Avrupa,oldukça sık bir demiryolu ağı ile kaplanmıştır. Zamanla bu yeni teknolojinin emniyeti artırılmış, sürati ve taşıma kapasitesi yükseltilmiştir. Limanlar; demiryolu ile iç bölgelere bağlanarak buğday, kömür, demir gibi ağır ve hacimli mallar daha ucuz ve daha hızlı bir şekilde taşınmıştır.

Osmanlı Devleti'nde ilk demiryolu girişimleri, Islahat Fermanı'nın yabancı sermayeye imkân tanımasıyla gerçekleşmiştir. Osmanlılardan demiryolu imtiyazı alan İngiliz girişimciler, 1867'de 130 km uzunluğundaki İzmir-Aydın hattını inşa etmiştir. Daha sonra yeni sözleşmelerle uzatılan bu demiryolunun 1914'te toplam uzunluğu 610 km'yi bulmuştur.

Osmanlı Devleti'nde demiryolu faaliyetleri; yapım maliyetinin yüksek olması, sermaye ve kaynak yetersizliği gibi güçlükler nedeniyle istenilen düzeyde olmamıştır. Bu nedenlerle demiryolu inşası ve işletilmesi bir imtiyaz olarak yabancı şirketlere verilmiştir. Bu durumda Osmanlı Devleti, demiryolu yapımını kapitalist devletlerin ekonomik, siyasi ve askerî çıkarlarına göre ele almak durumunda kalmıştır. Osmanlı Devleti'nde demiryolu yapımı Abdülmecid, Abdülaziz ve özellikle II. Abdülhamid'in politikalarından biri olmuştur. II. Abdülhamid, Osmanlı Devleti'nin tüm demiryolu ağının yaklaşık %73'ünü inşa ettirmiştir.

BİLİYOR MUSUNUZ?
Hicaz Demiryolu hattının, 1.500 km'lik kısmı finansmanıyla, inşaatıyla ve tasarımıyla İslam dünyasından toplanan bağışlarla Sultan II. Abdülhamid Dönemi'nde yapılan yerli bir girişimdir.

Osmanlı devlet yöneticileri; demiryolu yatırımlarıyla merkezî devlet otoritesinin ülkenin uzak bölgelerine kadar ulaştırılmasını, iç güvenliğin sağlanmasını, tarımsal vergilerin toplanmasını, savaş dönemlerinde cepheye asker ve malzeme sevk edilmesini amaçlamıştır. Ayrıca ülkeyi boydan boya kat edecek bir demiryolu ağı, Osmanlı egemenliğini içten ve dıştan gelecek tehlikelere karşı da güvenlik altına alacaktır. İsyan bölgelerine kısa sürede ulaşılabilecek ve devletin otoritesini sarsan isyanlar önlenebilecektir. Osmanlı Devleti'nde işletmeye açılan demiryolları sayesinde askerî birliklerin taşınması hızlanmış, isyan ve savaşlarda kolaylıklar sağlanmıştır. İnşa edilen demiryolları; Dömeke Savaşı'nda, Balkan Savaşlarında ve I. Dünya Savaşı'nda faydalı olmuştur.

XIX. yüzyılda Avrupa’da haberleşme alanında da önemli gelişmeler yaşanmıştır. İlk olarak düzenli posta hizmetleri kurulmuş ve 1844’te telgrafın icat edilmesiyle Avrupa’daki büyük şehirler, haberleşme ağıyla da birbirine bağlanmıştır.

Osmanlı Devleti’nde telgraf hattı ilk kez 1855’te kurulmuş ve bu hat İstanbul’u Avrupa’ya bağlamıştır. Kısa sürede telgraf, Osmanlı yöneticileri tarafından benimsenen başlıca teknolojik gelişmelerden biri olmuştur.

Padişahlar, telgrafı birbirinden uzakta olan vilayetler üzerinde bir denetim aracı olarak kullanmıştır. Böylece devletin merkezî otoritesi ülke genelinde sağlanmaya çalışılmıştır.


YORUMLAYALIM
Osmanlı Devleti’nde Telgraf
Osmanlı Devleti’ne, demiryolu ve telgraf aynı anda geldi. Fakat telgraf hatları, demiryolunun aksine devletin tüm köşelerine hızlı bir şekilde yayıldı. 1860’larda telgraf, tren seferlerini kontrol etmek ve demiryolu mesajlarını göndermek için kullanıldı. 1869’da var olan 320 telgraf istasyonundan 39’u özellikle demiryolu haberleşmesi için kullanıldı. Ayrıca telgraf, Osmanlı ordusunda haberleşme için de kullanıldı.
I. Dünya Savaşı’nda telgraf, Osmanlıların birbirinden uzak dört cephe olan Kafkas, Çanakkale, Irak ve Suriye’de askerî operasyonların gerçekleştirilmesinde önemli bir rol oynadı.
R. H. Davison (Amerikalı Tarihçi), “Osmanlı İmparatorluğu’nda Elektrikli Telgrafın Girişi, s.380’den düzenlenmiştir.​
XIX. yüzyılda demiryolu ve telgrafın kullanılmasının Osmanlı merkezî otoritesine etkileri neler olabilir?


Ulus Devlet ve Vatandaş


Ulus devlet anlayışı, 1648 yılında imzalanan Westphalia Antlaşması’ndan sonra yaşanan gelişmelerin sonucunda ortaya çıkan bir olgudur. Avrupa’da bu devlet anlayışı XVIII. yüzyılın ilk yarısında önce İngiltere’de daha sonra XIX. yüzyılda Fransa’da ortaya çıkmıştır. Ulus devletler, modernleşme süreciyle birlikte iktidara tek başına hâkim olmaya başlamıştır. Millî birlik unsurunun ön plana çıktığı bu devlet anlayışında, ulus ile devlet eşdeğer olarak kabul edilmiştir. Bu devlet anlayışının devam ettirilmesinde okul ve ordu ön plana çıkan iki kurum olmuştur.


Zorunlu Eğitim ve Askerlik

XVIII. yüzyılda Prusya'da başlayan zorunlu eğitim uygulaması ile devlet, vatandaşlarının daha nitelikli eğitilmesini ve devlet politikalarına daha sadık hâle gelmesini amaçlamıştır. Ulus devlet anlayışıyla oluşan modern eğitim sistemi; okulöncesi, ilköğretim, ortaöğretim, yükseköğretim ve sürekli eğitimin temeli üzerinde oluşturulmuştur. XIX. yüzyılda eğitimde modernleşmenin yaşandığı Fransa ve Prusya, diğer ülkelere model olmuştur. Fransa, modern eğitim anlayışında devlet okullarında standart Fransızca öğretmiş, zorunlu eğitimle birlikte zorunlu askerlik sistemini de getirerek Avrupa'nın modern ulus devletini oluşturmuştur. Modern ulus-devletler, eğitim ve askerlik sistemini, kalkınmış bir ulus oluşturmak için bir vasıta olarak kullanmıştır. Daha önceleri kilisenin kontrolünde olan eğitim programlarında artık dinî derslerin yanında tarih, coğrafya, fen bilimleri ve modern diller de yer almıştır. Okullarda özgür bireye, doğaya, tarihe ve akla önem verilmesi sağlanmıştır. Yeni eğitim sistemi ile Avrupa'da bilimin gücü zamanla artmış ve XIX. yüzyıl sonlarında artık ulus devletlerde eğitim sosyal bir hak olmuştur.


CEVAPLAYALIMUlus devlet anlayışının oluşumunda eğitimin önemi nedir?

Ulus devletler, sınırları içerisindeki topluluklar arasında eşitsizliği ortadan kaldırmak isteyen politikalar üretmiştir. Öncelikle insanların, ortak bir anayasa önünde eşit hak ve görevlere sahip olmaları sağlanmıştır. Böylece yaşadığı devletle kendini özdeşleştiren vatandaş kavramının oluşması amaçlanmıştır. Bunun sağlanması için zorunlu temel eğitim ve askerlik uygulamalarına geçilmiştir. Açılan modern eğitim kurumları ve ordu, birlikte uyum içerisinde çalışmıştır. Bunun sonucunda da ulus devlet anlayışı ilkesine sahip bir vatandaş ordusu ortaya çıkmıştır. XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti'n-de meydana gelen modernleşme hareketlerinin özünde merkezileşme çabası yer almıştır. Modernleşme hareketleri kapsamında açılan eğitim kurumlarında ve askerî teşkilatlarda, padişaha sadık bir ordu ve toplum oluşması amaçlanmıştır.


Osmanlı Devleti’nde Modern Eğitim Kurumları

XVII. yüzyıldan itibaren siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel sebeplerle Osmanlı Devleti'nin klasik yapısı bozulmuş ve Osmanlı Devleti geri kalmıştır. Kuruluş ve Yükselme dönemlerinde girdiği savaşları kazanan Osmanlı ordusu, XVIII. yüzyılda yaptığı savaşları kaybetmeye başlamıştır. Bu yüzyıla kadar Batı ile çok ilgilenmeyen Osmanlı Devleti, alınan mağlubiyetler üzerine Avrupa'daki gelişmeleri yakından takip etmeye başlamıştır. Mevcut ordu ve eğitim düzeninde Batı'yla mücadele edemeyeceklerini anlayan Osmanlı devlet adamları, Avrupa'dan uzmanlar getirtmiştir. Böylece ilk kez XVIII. yüzyıldan itibaren gerçekleştirilen reformlarla Osmanlı Devleti'nde çağdaşlaşma hamleleri yapılmıştır. Avrupa devletleriyle girilen siyasi ve askerî rekabet çerçevesinde, Osmanlı Devleti'nde yeni kurumlar açılmaya başlamıştır.


Hendesehane, çağdaşlaşma hareketinin ilk kurumudur. I. Mahmud, Osmanlı ordusunun yeniden güçlenmesi için çağdaş askerlik bilgisi bulunan subaylara ihtiyaç olduğunu düşünmüştür. Sadrazamın girişimiyle Conte de Bonneval (Kont dö Boneval) ülkeye davet edilmiştir. Bonneval, İslamiyet'i kabul ederek Ahmet adını almıştır. Humbaracı Ahmet Paşa olarak tanınan bu kişinin çalışmalarıyla 1734 yılında İstanbul Üsküdar'da askerî bir okul olan Hendesehane kurulmuştur. Modern askerî teknikler hakkında eğitim veren Hendesehane'de, Batı eserlerinden tercüme edilmiş trigonometri, geometri ve matematik kitaplarından dersler okutulmuştur. Tercüme edilen bu kitaplarla ilk defa modern matematik, Osmanlı ülkesine girmiştir. Fakat yeni eğitim anlayışından hoşlanmayan humbaracılar ile yeniçerilerin tepkisi ve ödenek sıkıntısı gibi sebepler, Hendesehanenin 1750 yılında kapanmasına neden olmuştur.

Mühendishane-i Bahr-i Hümâyun, Kaptanıderya Hasan Paşa'nın önerisi ile 1775 yılında İstanbul'da kurulmuştur. Osmanlı donanmasının Ruslar tarafından 1770 yılında Çeşme'de yakılması üzerine Kaptanıderya Hasan Paşa, yeni ve güçlü bir donanma kurulmasını istemiştir. I. Abdülhamid Dönemi'nde açılan bu okulda, gençleri özendirmek için öğrencilere burs ve okulun adının bulunduğu padişah tuğralı madalyalar verilmiştir. Okulun ilk hocaları Hasan Paşa ve Baron de Tott'tur (Baron dö Tott). Programında yabancı dil, pozitif bilimler ve uygulamalı derslerin yer aldığı Mühendishane-i Bahr-i Hümâyun, Batı tarzında eğitim veren çağdaş bir kurumdur. Yerli ve yabancı birçok eserin yer aldığı zengin kütüphanesi ile Mühendishane-i Bahr-i Hümâyun, modern eğitim-öğretim anlayışı içerisinde günümüzde Deniz Harp Okulu adı ile varlığını sürdürmektedir.

Mühendishane-i Berr-i Hümâyun, Avrupa'daki gelişmeleri yakından takip eden III. Selim tarafından 1795'te İstanbul Eyüp'te kurulmuştur. Kara Mühendishanesi olarak da bilinen okul humbara, istihkâm ve mühendislik olmak üzere üç bölümden oluşmuştur. Okul programında pozitif bilimler ve uygulamalı savaş sanatı yer almaktadır. Askerî kurumlara önem veren III. Selim, okula bağışlar yapmış ve Avrupa'dan hoca ve kitaplar istemiştir. Mezunlarının askerî ocaklara subay olarak atandıkları okul için ayrıca bir matbaa da kurulmuştur. Mühendishane-i Berr-i Hümâyun, Birinci Dünya Savaşı'nın başladığı 1914 yılına kadar eğitim vermeye devam etmiştir.

Mekteb-i Harbiye, II. Mahmud'un isteğiyle 1834 yılında İstanbul Maçka'da kurulmuştur. Çağdaş bir kurum olan Mekteb-i Harbiye, Asâkir-i Mansûre-yi Muhammediye Ordusuna modern askerî ve teknolojik bilgiye sahip subay yetiştirmek amacıyla açılmıştır. Mühendishane-i Berr-i Hümâyundan getirilen Türk hocalar ile Avrupa'dan getirilen yabancı subay ve uzmanlar, okulda güçlü bir öğretim kadrosu oluşturmuştur. Zamanla okul programında değişiklikler yapılmışsa da genel olarak geometri, logaritma, matematik, cebir, harita, ahlak, astronomi, tarih, coğrafya, Fransızca ve askerlikle ilgili çeşitli dersler okutulmuştur. 1936 yılında Ankara'ya taşınan Mekteb-i Harbiye, günümüzde Millî Savunma Üniversitesine bağlı olarak eğitim ve öğretime devam etmektedir.

Mekteb-i Tıbbiye, II. Mahmud Dönemi'nde 1827 yılında İstanbul Şehzadebaşı'nda kurulmuştur. Modern bir tıp okulu olan Tıbbiye, Asâkir-i Mansûre-yi Muhammediye Ordusu'nun sağlık alanındaki ihtiyaçlarının giderilmesi amacıyla açılmıştır. Öğretim dili Fransızca olan okulda anatomi dersleri, modeller ve resimlerle yapılmıştır. Okuldan mezun olanlar, tıp muavini olarak çeşitli görevlere atanmıştır. Tıbbiye ile yakından ilgilenen II. Mahmud, Avrupa'dan ünlü tıp hocalarını davet ederek Tıbbiye'de görevlendirmiştir. Pozitif bilimleri içeren programıyla Tıbbiye, II. Mahmud'un okulu ziyareti sırasında” Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane” adını almıştır. 1847 yılında Viyana'ya gönderilen dört hekimin oradaki sınavlarda başarılı olması sebebiyle Viyana Tıp Fakültesi Kurulu tarafından Tıbbiye'ye “Fakülte” unvanı verilmiştir. Bu gelişmeden sonra Tıbbiye diplomalarının üzerine “Osmanlı Fakültesi” yazılmıştır.

Mekteb-i Mülkiye, Osmanlı Devleti'nin ilk sivil yüksekokulu olarak 1859 yılında İstanbul'da açılmıştır. Modernleşme hareketinin uygulanabilmesi için gerekli olan çağdaş ve bilgili devlet adamlarının yetiştirilmesi amacıyla kurulmuştur. Programında tarih, coğrafya, iktisat, siyaset, muhasebe ve devletler hukuku gibi dersler yer almıştır. 1877 yılında Mekteb-i Mülkiye-i Şahane ismini alan okulun mezunları, üst düzey devlet kademelerine atanmıştır. I. Dünya Savaşı yıllarında kapanan okul, 1936 yılında Ankara'ya taşınmıştır. Bu okul, günümüzde Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi olarak eğitim faaliyetlerini sürdürmektedir.

Osmanlı Devleti'nde akademik ve askerî eğitim veren modern kurumların yanında mesleki eğitim veren çağdaş okullara da ihtiyaç duyulmuş ve bu konuda çalışmalar yapılmıştır. 1869 yılında yayımlanan Maarif-i Umumiye Nizamnamesi ile mesleki eğitim önem kazanmıştır. Modernleşme amacıyla Sanat Mektepleri, Kondüktör Mektebi, Aşı Memurları Mektebi, Telgraf Memurları Mektebi, Rüsumat Memurları Mektebi, Dişçi Mektebi, Demiryolu Memurları Mektebi ve Çırak Mektepleri gibi meslek okulları açılmıştır.

Avrupa devletleriyle giriştiği siyasi ve askerî rekabet çerçevesinde gerçekleştirdiği bu reformların başarıya ulaşması için Osmanlı Devleti, nitelikli insan yetiştirmeye önem vermiştir. Bu nedenle II. Mahmud, 1824 yılında yayınladığı bir fermanla İstanbul'da ilköğretimi zorunlu hâle getirmiştir. Eğitimde önemli bir yenilik olarak kabul edilen bu gelişmeyle II. Mahmud Dönemi'nden itibaren zorunlu örgün eğitim başlamıştır.


Osmanlı Devleti’nde Yabancı Okullar

Osmanlı Devleti'nde azınlıklar tarafından açılan okullar, zamanla yabancı devletlerin himayesine girmiştir. Okul sayısını artırmak isteyen yabancı devletler, Osmanlı ülkesinde himayelerine aldıkları gayrimüslim toplulukların okullarıyla birlikte, kendi adlarına da okullar açmıştır. Hristiyanlığı yaymak isteyen misyonerler de genç nesillere fikirlerini aşılamak, kültürel etkileşimi sağlamak için yaygın bir biçimde Osmanlı ülkesinde okullar açmaya başlamıştır.


BİLİYOR MUSUNUZ?
Resmî tarihli ilk Fransız okulu, 18 Kasım 1583'te Cizvit rahiplerinin açtığı Saint-Benoit (Sen Bönua) Fransız okuludur. Amerika'nın Osmanlı topraklarındaki ilk kurumu 1859'da açılan Harput Amerikan Kolejidir. Ermenilerin ilk resmî okulu ise Amerika iş birliğiyle 1790'da Kumkapı'da açılmıştır.

Azınlık okulları, yabancı devletlerin belirlemiş olduğu politikalara uygun olarak Osmanlı Devleti'ne yönelik yıkıcı faaliyetlere başlamıştır. Teşkilatlanan bu okulların faaliyetlerini ilk başlarda dikkate almayan Osmanlı Devleti'nin bu tutumu; Fransa, İngiltere, Amerika, İtalya gibi devletlerin Osmanlı denetiminden uzak, kendi okullarını açmasına neden olmuştur. Yabancı devletlerin, misyonerlerin ve azınlık okullarının sayısı 1860'lı yıllarda büyük bir artış göstererek yaklaşık 1.600 civarına ulaşmıştır. Osmanlı topraklarında yabancı okullar özellikle Orta Doğu, Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu ve İstanbul'da açılmıştır. Okulların kurulma yerleri dikkate alındığında siyasi amaçla kuruldukları açık bir şekilde görülmektedir.

BİLİYOR MUSUNUZ?
1894 yılında Elâzığ'da 83, Bitlis'te 22, Diyarbakır'da 22, Erzurum'da 24 Protestan okulu; 1910 yılında Beyrut'ta 44 Rus okulu; 1917 yılında yalnızca İstanbul'da 83 İngiliz okulu bulunmaktaydı.

Yabancı okullar, gizli olarak yürüttükleri siyasi faaliyetlerden dolayı Osmanlı Devleti için büyük bir sorun olmuştur. Okullar, Maarif-i Umumiye Nizamnamesi'ne göre denetlenmiştir. Bu nizamnameye göre Osmanlı ülkesinde yabancı okulların açılabilmesi için yabancı okullarda çalışan veya çalışacak olan öğretmenlerin Maarif Nezaretinden onaylı diplomalarının olması gerekmektedir. Yabancı okullarda okutulacak olan kitapların ve uygulanacak programların Maarif Nezareti tarafından onaylanması ve eğitim faaliyetlerine devam etmek isteyen ya da yeni açılacak olan okulların Maarif Nezaretinden ruhsat alması zorunluluğu getirilmiştir. Alınan bütün bu tedbirlere rağmen yasal denetim tam olarak 1923'te imzalanan Lozan Barış Antlaşması'na kadar sağlanamamıştır.


ÖRNEK METİN
Bir Yabancı Okul Programı
Edremit’e bağlı Cunda Adası'ndaki bir Rum okulunun 1884 yılına ait ders programında; Türkler, Rumlara düşman olarak tanıtılmış ve Türklerin ekonomik olarak çökertilmesi gerekliliği vurgulanmıştır. Türklerin Avrupa devletleri karşısında saygınlığının zedelenmesini isteyen programda Türk milletinin ahlak, din, milliyet ve gelenek bakımından zayıflatılması, Türk gençliğinin bozulması, İstanbul’un ele geçirilmesi, rüşvet ve kandırma yoluyla Türklerden taraftar edinilmesi gibi hedefler yer almıştır.
İlknur Haydaroğlu, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Yabancı Okullar” s.331’den düzenlenmiştir.

Modern eğitim veren yabancı okullarla mücadele etmek için Osmanlı Devleti, kendi eğitim kurumlarında yenilikler yapmıştır. Özellikle II. Abdülhamid Dönemi’nde hızlanan bu süreçte, devlet tarafından modern okullar açılmıştır.

Tablo 4.1: Osmanlı’da II. Abdülhamit Dönemi Devlet Okulları

II. Abdülhamit Dönemi’nde Devlet Tarafından Açılan Okullar
Sanayi-i Nefise MektebiPolis MektebiKız Sanayi Mektebi
Hendese-i Mülkiye MektebiGümrük MektebiMekteb-i Fünûn-ı Maliye
Lisan MektebiAşiret MektebiDeniz Ticareti Mektebi
Hamidiye Ticaret MektebiÇoban MektebiOrman ve Maadin Mektebi
Tüccar Kaptan MektepleriHukuk MektebiSağır, Kör ve Dilsizler Mektebi
Fenn-i Resim ve Mimari MektebiDarü'I-Muallimin-i AliyyeZeytincilik ve Yağcılık Mektebi
Ameli Ziraat MektepleriZiraat ve Baytar MektebiSulama ve Direnaj Mektebi


Sosyal Devlet ve II. Abdülhamid

Endüstrileşmenin artmasıyla Almanya'da işçi sayısında büyük bir artış meydana gelmiş ve bu artış beraberinde birtakım sosyal sorunları ortaya çıkarmıştır. Bu sosyal sorunlar, Almanya'da endüstrileşmeye bir tepki olarak sosyal devlet anlayışının doğmasını sağlamıştır. Özellikle XIX. yüzyılın son çeyreğinde Almanya'da güçlenen sosyal devlet anlayışı, yaşanan sorunların siyasetle çözümlenmesini mecbur kılmıştır. Almanya bu sorunları çözebilmek için para, ekonomi, finans ve sosyal politikalara önem vermiştir. Bu dönemde Almanya'da yoksulluk ve yaşanan göç dalgalarıyla ortaya çıkan sıkıntıları çözmek için devlet; iş ve konut bulma, halk sağlığı, acil durum yönetimi ve beslenme sorunlarına dönük sosyal politikalar üretmeye başlamıştır. Bu politikaların uygulanmasıyla yeni sosyal kurumlar ortaya çıkmış ve bu kurumlarda genellikle kadınlar görevlendirilmiştir. İşçilerin devlete olan bağlılığını artıracağına inanılan sosyal politikalar, özellikle Alman Başbakanı Bismarck (Bizmark) tarafından desteklenmiştir. Böylece Almanya'da 1883 yılından itibaren sağlık, kaza, yaşlılık ve engelli sigortaları çıkartılarak sosyal devlet anlayışında önemli ilerlemeler sağlanmıştır.

XIX. yüzyılın son çeyreğinde Almanya'da güçlenen sosyal devlet anlayışı, Osmanlı Devleti'ni de etkilemiştir. Osmanlı Devleti'nde sosyal yardımın bir devlet görevi olduğu bilincini oluşturmak ve refah devlet anlayışını kurumsallaştırmak için ilk çalışmaları II. Abdülhamid yapmıştır. II. Abdülhamid Dönemi'nde bu anlayışla başta hastaneler olmak üzere pek çok sosyal yardım kurumu açılmıştır.

BİLİYOR MUSUNUZ?
Şişli Hamidiye Etfal Hastanesi, Samsun Gureba Hastanesi, Yıldız Askerî Hastanesi, İstanbul Kuduz Hastanesi, Üsküdar Akıl Hastanesi, Haydarpaşa Numune Hastanesi, Adana Hamidiye Hastanesi, Bursa Hamidiye Hastanesi, Edirne Askerî Hastanesi, Erzurum Numune Hastanesi, Antep Hamidiye Hastanesi, Gülhane Askerî Tıp Akademisi, II. Abdülhamid Dönemi'nde açılan önemli devlet hastanelerinden bazılarıdır.


II. Abdülhamid Dönemi'nde Dârül-aceze, Dârülhayr-ı Ali ve Himaye-i Etfal Cemiyeti gibi sosyal yardım kurumları da açılmıştır. II. Abdülhamid'in yaptırdığı en önemli yardım kurumu olan Dârülaceze; çocuk, yaşlı, sakat ve kimsesizleri koruma amacıyla kurulmuştur. Bu kurum, din ve milliyet farkı gözetmeden yardıma muhtaç insanların ihtiyaçlarını karşılamıştır.

1895 yılında İstanbul'da kurulan Dârülaceze, Osmanlı Devleti'nde modern anlamda faaliyet gösteren ilk sosyal yardım kurumu olup günümüzde de varlığını sürdürmektedir.

Dârülhayr-ı Ali de II. Abdülhamid Dönemi'nde açılan sosyal yardım kurumlarındandır. Bu kurum, 1890'lı yıllardaki Ermeni Olayları sonrası yetim kalan Müslüman çocukların başta eğitimi olmak üzere diğer tüm ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla açılmıştır. Kimsesiz ve korumaya muhtaç çocuklar için kurulan bir başka kurum ise Himaye-i Etfal Cemiyeti'dir. 1908 yılında Kırklareli'de kurulan Himaye-i Etfal Cemiyeti, günümüzde Türkiye Cumhuriyeti Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığına bağlı Çocuk Hizmetleri Genel Müdürlüğü olarak faaliyetlerine devam etmektedir.


YORUMLAYALIM
Dârülaceze
1895 yılında Sultan II. Abdülhamid tarafından kurulan Dârülaceze , bugüne kadar 30.000'i çocuk olmak üzere toplam 72.000 kişiye şefkat yuvası olmuştur. Hâlen 600'e yakın insanımızı kuruluş felsefesinden ödün vermeden barındıran Dârülaceze din, dil, ırk, cinsiyet ve mezhep farkı gözetmeksizin cami, kilise ve havrasıyla dünyada eşi benzeri olmayan bir hayır kurumudur.
T.C. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığına bağlı ve kendine özel bir nizamname ile yönetilen Dârülaceze, 7.000 altın değerindeki özel eşyalarına ilaveten 10.000 altın bağışlayarak kurulmasını sağlayan Sultan II. Abdülhamid başta olmak üzere bağışçılarının destekleri ile bugüne kadar varlığını sürdürmüştür. Dârülaceze, kurulduğu günden bugüne tüm ihtiyaçları ile işletim giderlerinin tamamını hayırseverlerin bağışları ile karşılamış ve devlete bağlı olmasına rağmen varlığını devlete yük olmadan sürdürmüştür.
“Yaratandan dolayı yaratılana saygı” anlayışı ile ortaya çıkan Dârülaceze güç, sevgi ve gönülden veren ile alanın oluşturduğu bir sosyal dayanışma havuzudur. Dârülaceze darda ve sıkıntıda kalındığında sığınılacak bir kucak, varlıklı olunduğunda da desteklenecek kurumlardan biridir. Dârülaceze değerlerimizi ve taşıdığı dayanışma sembolü olma vasfı ile yoksul insanların yaşam sigortası olmaktadır.
Genel Ağ Metin 4'ten düzenlenmiştir.​
Dârülacezenin hangi insani değerleri savunduğu söylenebilir?


Osmanlı Devleti'nin sosyal devlet anlayışı içerisinde gerçekleştirdiği diğer bir yenilik de emeklilik konusunda olmuştur. Emeklilik sistemi ile ilgili Osmanlı Devleti'ndeki ilk kurum, 1866 yılında askerler için kurulan Askerî Tekaüd Sandığıdır. II. Abdülhamid Dönemi'nde ise 1881 yılında bütün devlet memurları için Tekaüd Sandığı kurulmuştur. Bu kurum günümüzde Sosyal Güvenlik Kurumu olarak çalışmalarına devam etmektedir.

Ayrıca II. Abdülhamid Dönemi'nde refah devlet anlayışına uygun bir diğer gelişme de yoksullara aylık bağlanmasıdır. Yoksullara maaş uygulaması, günümüzde Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından devam ettirilmektedir.


Sivil Toplum Kuruluşlarının Devlet Kurumuna Dönüştürülmesi


Avrupa'daki kurumlar; bilim, sağlık, sanat, sanayi, ekonomi ve teknolojide yaşanan gelişmelerle modernleşmiş ve Osmanlı kurumları artık Batı'yla rekabet edemez duruma gelmiştir. XIX. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti, özellikle eğitim ve sağlık alanlarında Avrupa'daki kurumlara ilgi duymuştur. Bu yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti'nde de eğitim ve sağlık alanlarında faaliyette bulunan vakıflar ve diğer sivil toplum kuruluşları, yerini devlet kurumları-na bırakmaya başlamıştır. Klasik Dönem’ de Osmanlı Devleti'nde eğitim ve sağlık hizmetleri sağlayan vakıflar, modernleşmeye ayak uyduramamıştır. Vakıf kurucularının okutulacak kitaplar dâhil eğitim sürecini belirlemesi, modernleşmenin önünde büyük bir engel olmuştur. Böylece vakıf kaynakları ile kurulan eğitim sistemi, çağın gerisinde kalmış ve ihtiyaçları karşılayamamıştır. Bu nedenle modern eğitim sistemine kavuşamayan vakıf okulları yerine, köy ve kasabalarda devlet tarafından modern eğitim veren okullar açılmaya başlanmıştır.

XIX. yüzyıla gelindiğinde Osmanlı Devleti dâhil olmak üzere Avrupa'da da hiçbir devletin sağlık alanında planlı, bilinçli ve sistemli bir devlet politikası yoktur. Osmanlı Devleti'nde sağlık hizmetleri; bazıları Selçuklulardan kalma darüşşifa, darüssıhha, bimaristan, maristan gibi adlarla anılan hastanelerde verilmiştir. Buralarda verilen sağlık hizmetleri, tıpkı eğitim alanında olduğu gibi vakıflar aracılığıyla yürütülmüştür. XIX. yüzyıldan itibaren Batı'da sağlık hizmetlerinde büyük bir dönüşüm yaşanmıştır.

Bu dönüşümle birlikte sağlık hizmetleri, devlet tarafından yerine getirilmeye başlanmıştır. Avrupa'daki bu gelişmeler, Osmanlı Devleti tarafından da takip edilmiş ve devlet, sağlık hizmetlerinin sağlayıcısı ve denetleyicisi konumuna gelmiştir.

XIX. yüzyılda gelirleri düşen ve kuruluş amaçlarından sapan vakıflar, Osmanlı Devleti'nin modern ekonomik sisteme geçmesinde bir engel olarak görülmüştür. Bu nedenle II. Mahmud Dönemi'nde, Evkaf Nezareti kurulmuş ve vakıf mallarına el konularak gelirleri ve yönetimleri merkezileştirilmiştir. Böylece vakıflar, topluma ve eğitime ilişkin bir kurum olarak özerkliğini kaybetmiştir.

BİLİYOR MUSUNUZ?
Osmanlı Devleti'nde Avrupa'da görülen mülkiyet hakkına sahip sivil toplum yapısı yoktur. Osmanlı kültüründe öncelik birey değil toplumdur. Osmanlılarda millet sistemi, lonca, ulema, âyan ve yerel eşraf; sivil toplumla devlet arasındaki aracı kurumlardır. Devlet yöneticilerinin siyasal üstünlüğünün ön plana çıkmasıyla birlikte sivil toplum, etkinliğini kaybetmiş ve sivil toplumun sahip olduğu değerler göz ardı edilmiştir. Böylece sivil toplum kuruluşlarının yerini, devlet kurumları almaya başlamıştır.

Yorumlar - Yorum Yaz
Anket
"PAROLAMIZ YA İSTİKLAL YA ÖLÜM" KİTABIMIZI OKUDUNUZ MU?
TÜRK İSLAM DEVLETLERİ TARİHİ
OSMANLI DEVLETİ TARİHİ
abdullahhoca

SİTEMİZE GÖSTERMİŞ OLDUĞUNUZ İLGİYE TEŞEKKÜRLER...
TARİH BİZDEN ÖĞRENİLİR.
Site Haritası