PAROLAMIZ YA İSTİKLAL YA ÖLÜM

Abdullah ŞAHİN

MENÜ
10.SINIF TARİH DERSİ
12.SINIF İNKILAP TARİHİ DERSİ
T.C İNKILAP TARİHİ VE ATATÜRKÇÜLÜK
ÇAĞDAŞ TÜRK VE DÜNYA TARİHİ
YNT TV

2.3. OSMANLI DEVLETİ’NDE İSYANLAR VE DÜZENİ KORUMA ÇABALARI

2.3. OSMANLI DEVLETİ’NDE İSYANLAR VE DÜZENİ KORUMA ÇABALARI

TARTIŞALIM
Yeni Çağ Avrupası'nda meydana gelen gelişmeler, Osmanlı devlet idaresinde ve toplum düzeninde ne gibi değişikliklere sebep olmuştur?

XVI ve XVII. yüzyıllarda Osmanlı Devleti, bazı muhalif hareketlerle uğraşmak zorunda kalmıştır. Bu yüzyıllarda Osmanlı Devleti, bir taraftan Avusturya ve İran ile savaşırken diğer taraftan da iç isyanlarla mücadele etmiştir. Bu isyanlar merkezde Yeniçeri; Anadolu'da Celâli ve Suhte İsyanlarıdır.



Celâli ve Suhte İsyanları

Yavuz Sultan Selim Dönemi'nde Bozoklu Şeyh Celâl adında bir kişi mehdilik iddiasıyla Tokat civarında isyan başlatmıştır. Bundan sonraki isyanlar, halk arasında onun adına nispetle Celâli İsyanları olarak anılmaya başlanmıştır. Bozoklu Şeyh Celâl İsyanı, Osmanlı idaresinden memnun olmayan zümrelerin ve Şii eğilimli Türkmen grupların, Safevilerin de tahrikiyle devlete başkaldırması şeklinde ortaya çıkmıştır. XVI. yüzyılın sonlarından itibaren ise bu isyanlar, farklı bir mahiyet kazanmıştır.

  • Balkanlardaki nüfus artışının Anadolu'ya göre daha fazla olmasının sebepleri neler olabilir?
  • Anadolu ve Balkanlarda görülen nüfus artışının, Osmanlı Dev-leti'nin sosyo-ekonomik yapısına etkileri neler olabilir?
  • Orta Batı Anadolu ve İç Anadolu karşılaştırıldığında nüfus artış hızında görülen farklılığın nedenleri neler olabilir?

XVI. yüzyılda Anadolu'da hızlı bir nüfus artışı yaşanmış (Grafik), fetihlerin de azalmasıyla mevcut toprak ve kaynaklar artan nüfusa yetersiz gelmeye başlamıştır. Bu gelişmeler toplum düzeninde bozulmalara ve Anadolu'da işsiz güçsüz bir kalabalığın oluşmasına yol açmıştır. Osmanlı topraklarındaki bu nüfus artışına, 1591-1595 yılları arasında yaşanan uzun süreli kuraklık da eklenince Anadolu'da Celâli İsyanları tekrar başlamıştır.

Topraksız kalan köylüler ya orduya yazılarak sekban, sarıca, levent adlarıyla ücretli asker olmuş ya da devletin dinî zümrelere verdiği ayrıcalıklardan yararlanmak için Anadolu kentlerindeki medreselere kaydolmuştur. Bu durum devletin tüm dengesini alt üst etmiştir.


ÖRNEK METİN
Suhte Ayaklanmaları
Osmanlı Devleti'nde medrese öğrencileri için Farsça'da “yanmış tutuşmuş” anlamına gelen Suhte tabiri kullanılmış (Görsel 2.27), bu tabir zamanla softa şeklini almıştır. XVI. yüzyılda Sivas'ın batısında kalan Anadolu topraklarında Suhte Ayaklanmaları görülmüştür. Bu isyanların genel sebebi, klasik medrese eğitiminin bozulmasıdır. Klasik medrese geleneğinin bozulmasında; ulema çocuklarının hak etmeden ayrıcalık kazanması, ilmiyede yükselmenin rüşvet ve iltimasla olması, medreselere kapasitesinin üzerinde talebe alınması gibi uygulamalar etkili olmuştur. Bunun yanında nüfus artışı ve enflasyon sebebiyle gençlerin yatılı ve burslu olan medreselere sığınması, medreselerin işsiz güçsüzlerin geçim yeri hâline gelmesine sebep olmuştur. Enflasyon nedeniyle medreselerin geliri de azalınca maddi koşullar yoksul öğrenciler için çok sıkıntılı bir hâle gelmiştir. Bu nedenle devlet, medrese öğrencilerine cer, nezir ve kurban adıyla para toplamaları için izin vermiştir. Bu izni kötüye kullanan çok sayıda medrese öğrencisi çeteler kurarak köyleri ve kasabaları yağmalamış, eşkıyalık faaliyetlerinde bulunmaya başlamıştır. Taşradaki yöneticilerin isyancı medrese öğrencilerini dağıtmak için güç kullanmasıyla çok fazla can kaybı yaşanmıştır.
Mustafa Alkan, “Softa”, s.342-343; Halil İnalcık, “Modern Avrupa'nın Gelişmesinde Türk Etkisi”, s.547-548'den düzenlenmiştir​


Osmanlı Devleti 1578-1590 yılları arasında Safevi Devleti ve 1593-1606 yılları arasında da Avusturya ile savaşmıştır. Sonuçsuz kalan bu savaşlar hem hazinenin para kaynaklarını hem de ülkenin insan ve ürün kaynaklarını kurutmuştur.


XVII.yüzyılda ekonomik sıkıntılar sebebiyle toprağını terk eden köylüler, tımarı elinden alınan sipahiler, suhteler, ücretli askerler devletin imtiyazlı yapısına girmek için isyan etmiştir. Bu isyanlar, devletin varlığına ya da Osmanlı Hanedanı'na karşı olmamıştır. Celâli İsyanları diye adlandırılan bu olaylar, devleti hedef almadığı için isyan değil daha çok eşkıyalık hareketi şeklinde olmuştur. Celâli İsyanları, devleti çok uğraştırmışsa da devlet için ciddi bir tehlike olmamıştır. İsyana katılanlar bir gün Celâli iken ertesi gün devlet hizmetinde bir görevli veya itaatli bir reaya olabilmiştir. Aynı şekilde isyancı liderler de bir gün eşkıya başı iken ertesi gün itibarlı sancakbeyi hâline gelebilmiştir. Bu durum isyancıların devletten menfaat koparabilmek için isyan ettiklerinin bir göstergesidir.

Haçova Savaşı'nda, Sivas sancakbeyine vekâlet etmiş paralı bir asker olan Karayazıcı'nın devlete karşı isyanı, ilk büyük Celâli İsyanı'dır. Sivas sancakbeyi görevinden alınınca işsiz kalan Karayazıcı; tımarları elinden alınan sipahileri, başıboş sekban ve leventleri etrafına toplayarak yağma hareketine başlamıştır. Karayazıcı, isyanı bastırmak için gönderilen kuvvetler tarafından öldürülmüş olsa da bu isyan hareketleri uzun süre devam etmiştir.

Anadolu toprakları; Karayazıcı, Deli Hasan, Tavil Halil, Kalenderoğlu Mehmed, Canboladoğlu gibi makam peşinde olan Celâli liderlerinin eşkıyalık hareketleriyle talan olmuştur.

CEVAPLAYALIMCelâli İsyanlarının, Avusturya ve İran'la yapılan savaşlar (Görsel 2.28) üzerinde etkileri nelerdir?

Celâli İsyanları, devletin para sıkıntısı çekmesini, ürünlerin fiyatlarının yükselmesini ve Anadolu'da sosyal düzenin bozulmasını doğrudan etkilemiştir. Ayaklanmalar, sebep oldukları sonuçlar bakımından çoğu zaman bir afet hâlini almıştır. Celâli İsyanlarının yarattığı en büyük sonuçlardan biri, “Büyük kaçgun” adıyla anılan Anadolu köylüsünün geniş çaplı bir göçe başlamasıdır. Örneğin Ankara'nın Bacı kazasına bağlı 38 köyden, 33'ünün halkı topraklarını terk etmiştir. Göç eden nüfusun büyük bir kısmı vergi toplayıcılarının ulaşamayacağı dağlara çekilmiş, bir kısmı da daha emniyetli yerler olan surlarla çevrili şehirlere göç etmiş, kalanları ise Celâliler arasına katılmıştır. Bu göçler sonucunda başta İstanbul olmak üzere büyük şehirler güvenli yerler olmaktan çıkmış, bu şehirlerde asayiş ciddi bir sorun hâline gelmiştir.

BİLİYOR MUSUNUZ?
Büyük kaçgun sırasında köylüler merkeze ilettiği şikâyetlerde, zulümlerden kurtulamazlarsa “terk-i diyar” eyleyeceklerini bildirmiştir. Bu şikâyetlerin hakikat olduğu 1603'teki olaylarda görülmüş ve bu tarihte, Anadolu köylüsünün büyük bir kısmı mallarını ve hayvanlarını bile yanlarına almadan köylerini terk etmiştir. Büyük kaçgun esnasında köylerini terk edenlerin, toprağa bağlı olan ve vergi ödeyen köylüler olması önemlidir.


Yeniçeri İsyanları


Yeniçeri İsyanlarının çoğu İstanbul'da gerçekleşmiştir. Devlet adamları arasında iktidar mücadeleleri ve ekonomik sıkıntılar bu isyanların temel sebepleridir. Ekonomik sebepler çoğu zaman iktidar mücadelelerinin bahanesi olmuştur. Mevki sahibi olmak ve rakiplerini ortadan kaldırmak isteyenler, yeniçerileri çeşitli vaatlerle yanlarına çekmek istemiştir.

Yeniçerilerin ilk isyanları Fatih zamanına kadar uzansa da XV ve XVI. yüzyıllarda genellikle dirayetli padişahlar tahta geçtiğinden yeniçeriler etkili olamamıştır. III. Murad Dönemi'nde düşük ayarlı akçe ile ulufe almak istemeyen Kapıkulu Askerleri isyan etmiş ve defterdar ile vezîriâzamın idamını istemiştir. İstekleri yerine getirilen yeniçeriler, XVII. yüzyıl boyunca istediklerini vezîriâzam yapmış hatta tahta kimin geçeceği kararında bile etkili olmuşlardır.

Yeniçeri İsyanları sadece başkentle sınırlı kalmamıştır. Vergi toplamak ve devlet işlerini yürütmek gibi görevlerle eyaletlerde çiftlikler kuran yeniçeriler, vergiden muaf olduklarından ticarete de başlamıştır. Zamanla eyaletlerdeki gelir kaynaklarına da el atan yeniçeriler, iltizam işleriyle uğraşmaya başlamıştır. Taşrada yeniçerilerin zulmünden bıkan halk, onlara karşı zaman zaman isyan etmiştir.

Yeniçeri İsyanlarının en şiddetlisi Yeniçeri Ocağı'nı kaldırarak disiplinli bir ordu kurmak ve devlete çeki düzen vermek isteyen II. Osman zamanında çıkmıştır. II. Osman'ın bu fikirlerinin duyulması, isyana sebep olmuştur. Hayatına dokunulmayacağına dair söz verilen II. Osman, Yedikule Zindanları'nda öldürülmüştür.

BİLİYOR MUSUNUZ?
Küçük yaşta tahta çıkan IV. Mehmet’in yönetimi tam olarak sağlayamaması ve iktidarın uzun süre saray ağaları ve hanım sultanların elinde kalmasını fırsat bilen yeniçeriler isyan etmiştir. IV. Mehmed ‘den saray ağalarını idam etmesini isteyen asilerin, bu istekleri kabul edilmiştir. İdam edilenlerin cesetleri Sultan Ahmed Meydanı'ndaki çınar ağacına asıldığı için bu olaya Vaka-i Vakvakiye (Çınar Vakası) denilmiştir.

Yeniçeri İsyanları, önemli devlet adamlarının idam edilmesine, liyakatsiz kişilerin üst makamlara getirilmesine sebep olmuştur. Bunun yanında sık sık padişah değişikliklerinin yaşanması merkezî otoriteyi sarsmış, devlet idaresinin bozulmasına ve yapılmak istenen ıslahatların sonuçsuz kalmasına neden olmuştur.


Ekber ve Erşed Sistemi

Osmanlı Devleti'nde, hanedan üyelerinden hangisinin tahta geçeceğini belirleyen kesin bir kuralın olmayışı, taht mücadelelerine sebep olmuştur. Bu taht mücadelelerini kendi çıkarları için kullanmaya çalışan rakip devletler, Osmanlı için her zaman tehlike oluşturmuştur.

Fetret Devri'nde Yıldırım Bayezid'in oğulları arasında yaşanan taht kavgaları ve sonrasında meydana gelen Şehzade Mustafa Vakası, Osmanlı Devleti'nin uzun süre siyasi sıkıntılar yaşamasına neden olmuştur. Her ne kadar merkezî otorite güçlendirilmiş olsa da Fatih'in ölümü üzerine tahta geçen II. Bayezid ile Cem Sultan arasında taht mücadeleleri yaşanmıştır. Devletin yaşadığı bu iç siyasi karışıklık, farklı devletler tarafından Osmanlı Devleti'ne karşı kullanılmıştır. I. Selim'in babasını tahttan inmeye zorlaması ve sonrasında kardeşleri ile yeğenlerine karşı giriştiği mücadele, Kanuni Sultan Süleyman Dönemi'nde yaşanan Şehzade Mustafa Olayı gibi gelişmeler, devlette önemli siyasi sıkıntılar meydana getirmiştir.

Taht mücadelelerinde devletin siyasi karışıklıklar içinde kalması hatta yıkılma tehlikesi yaşaması üzerine Fatih, “kardeş katli” olarak bilinen uygulamayı getirmiştir. Bu uygulamaya göre tahta geçen hükümdara, ülkenin bütünlüğü ve geleceği için diğer kardeşlerini ve tahtta hak iddia edebilecek hanedan üyelerini öldürme izni verilmiştir.

Kanuni Dönemi'nde, Şehzade Bayezid'in isyan etmesinden sonra padişahın en büyük oğlu sancaklara gönderilmeye başlanmış ve diğer şehzadeler sarayda tutulmuştur. III. Mehmed, sancakta yetişen son şehzade olarak 1595'te Osmanlı tahtına çıkmış, onun döneminden itibaren sancağa çıkma tamamen kaldırılmıştır. III. Mehmed'in oğlu I. Ahmet sancağa çıkmayan ve sarayda kafes usulüyle yetişen ilk Osmanlı padişahı olmuştur. Tahta çıktığında on beş yaşında olan ve henüz çocuğu olmayan I. Ahmet, daha önceki uygulamaların aksine hanedanın tek erkek mensubu olan kardeşi Mustafa'yı öldürtmemiştir. I. Ahmet, oğulları dünyaya geldikten sonra kardeşi Mustafa'yı öldürtmek istemişse de devletin ileri gelenleri ve halk buna izin vermemiştir. 1617'de I. Ahmet'in ölümünden sonra devlet erkânının isteğiyle kardeşi Mustafa tahta çıkarılmıştır. Böylece veraset usulünde bir ilk gerçekleşmiş ve I. Ahmet'ten itibaren hanedanın en büyüğünün tahta geçmesi kural hâline gelmiştir. Bu yeni uygulama ile saltanatın babadan oğula geçme yöntemi yerine en yaşlı hanedan üyesinin tahta geçmesi demek olan “Ekber ve Erşed Sistemi”ne geçilmiştir.

BİLİYOR MUSUNUZ?
Ekberiyet usulü, kardeş katlini sona erdirse de bazı yeni meselelere yol açmıştır. Sarayda adeta hapis hayatı yaşadıktan sonra tahta çıkan şehzadelerin çoğu, doğru düzgün devlet tecrübesi kazanamadıklarından ve dünyadan haberdar olamadıklarından padişah olunca ne yapacaklarını bilememişlerdir.

Kafes uygulamasıyla birlikte tahta geçen hükümdarın erkek kardeşlerini ve sonraki süreçte hanedana mensup diğer erkek üyeleri katlettirmesi bir kural olmaktan çıkmıştır. Osman Bey'den I.Ahmet’e kadar babadan oğula geçen taht, bundan sonra hanedanın en büyük üyesine geçmeye başlamıştır. Böylece XVII. yüzyıl, Osmanlı Devleti'nde taht mücadelelerinin yaşanmadığı bir dönem olmuştur.


Çözüm Arayışları ve Layihalarda Osmanlı

XVI. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Klasik Dönem Osmanlı düzeni çözülme ve değişim sürecine girmiştir. Bu süreç, Osmanlı devlet ve toplum yapısını derinden etkilemiş, devletin büyük bir buhran içine girmesine sebep olmuştur. Bu buhrandan kurtulmak için yeni ve kalıcı tedbirlerin alınması gerektiğini düşünen devlet erkânı, nasihatname tarzında raporlar düzenlemiştir. Bu raporlar, layiha ve risale olarak adlandırılmıştır.

Hazırlanan layihalar, XVI. asırdan itibaren yaşanan olumsuz gelişmeleri geleneksel devlet ve toplum düzeninin terkedilmesi-ne bağlamıştır. Layihalarda bu olumsuzlukların büyük ölçüde iç faktörlerden kaynaklandığı öne sürülmüştür. Bundan dolayı da layihalarda, dirayetli padişahların yönetim tarzı örnek gösterilmiş ve Klasik Dönem’deki uygulamalara aykırı iş yapılmaması tavsiye edilmiştir.

Osmanlı sadrazamlarından Lütfi Paşa, tespit ettiği sorunları ve çözüm önerilerini “Âsafnâme” adlı risalesinde anlatmıştır. Ona göre devlet hâzinesi çok önemlidir çünkü devlet, hazine ile ayakta durur. Devlet gelirlerinin, giderlerden fazla olması için gereken yapılmalıdır. Bunu sağlamak için de ücretli memur sayısı belli bir düzeyde tutulmalıdır. Emekliye ayrılanlara hâzineden maaş bağlanmamalı, bu gider başka kaynaklarla karşılanmalıdır. Tıpkı, Sultan Süleyman Han zamanında olduğu gibi devletin gelir ve gider dengesi sağlanmalıdır.

XVI. yüzyıl aydınlarından Gelibolulu Mustafa Ali ise layihasında olumsuzlukların en önemli nedeni liyakat sahibi olmayan kişilerin yönetici olarak atanmasına bağlamıştır.

CEVAPLAYALIMÂsafnâme'ye göre devletin eski gücüne ulaşması için yapılması gerekenler nelerdir?

IV. Murad ve I. İbrahim zamanında yaşamış XVII. yüzyılın önemli devlet adamlarından biri olan Koçi Bey ise sıkıntıların önüne geçilebilmesi için yöneticilerin, olayların iç yüzünü öğrenmesi gerektiğine inanmıştır. Yöneticileri uyarmak için birden fazla risale yazmıştır. Devlet düzenindeki bozulmaları Kanuni Dönemi'ne kadar götüren Koçi Bey, bozulmalara somut çözüm önerileri getirmiştir.

Zeamet ve tımarların ehline verilmediğini belirten Koçi Bey, usule aykırı olarak yapılan bu uygulamanın toprak sisteminde bozulmalara neden olduğunu belirtmiştir. Askerlik düzenindeki bozulmalara da değinen Koçi Bey, III. Murad Dönemi’nde ulufeli kul sayısındaki büyük artışın da hazineye yük getirdiğini vurgulamıştır. Ulufeli kul sayısındaki artış, reayadan toplanan vergilerin artırılmasına bu da reayanın fakirleşmesine sebep olmuştur. Koçi Bey'e göre reayanın vergi sorumluluğunu aksatmadan yerine getirebilmesi için vergiler makul bir seviyeye indirilerek adaletin gözetilmesi gerekmektedir.

XVIII. yüzyılın başlarında yazdığı risalesinde Defterdar Sarı Mehmed Paşa, üretime elverişli toprakların kesinlikle atıl bırakılmaması gerektiğini belirtmiştir. Bir ülkenin zenginliğini zirai üretime bağlayan Paşa, toprakların çiftçiler tarafından üretime açılması gerektiğini vurgulamıştır. Sarı Mehmed Paşa'nın devlet düzeni konusunda temel kuralı şöyledir: “Sultana devlet adamları, devlet adamlarına mal lazımdır. Mal bayındırlıkla bayındırlık ise adalet ve iyi yönetimle olur"

Layiha yazarları, Kanuni'nin saltanat yıllarını Osmanlı toplumu-nun her bakımdan mükemmel biçimde işlediği, kanun ve adaletin geçerli olduğu bir dönem olarak tasvir etmiştir. Kanuni sonrası dönem ise rüşvet, adaletsizlik ve düzensizliğin yaygın olduğu bir dönem olarak anlatılmaktadır. Nasihatname yazarları, Kanuni Dönemi'nden sonraki sıkıntılı dönemlerde yaşadıkları için Kanuni Dönemi'ni ideal bir dönem olarak kabul etmiştir. Layiha ve risale yazarları, Osmanlı devlet ve toplumunu gözlemlerken Avrupa'da meydana gelen olaylar yerine, yalnızca devlet içerisinde meydana gelen değişmeler üzerine yoğunlaşmıştır.

CEVAPLAYALIMLayiha yazarlarının, devlet düzenindeki bozulmalarla ilgili tespitlerinde yapmış oldukları hatalar nelerdir?

Lâle Devri Yenilikleri

Osmanlı tarihinde 1718 Pasarofça Antlaşması'yla başlayan 1730 Patrona Halil İsyanı'yla biten dönem Lâle Devri olarak adlandırılmıştır. Bu dönem, Osmanlı Devleti'nde her ne kadar barış, eğlence, sefa dönemi olarak bilinse de sosyal ve kültürel hayatta bir reform döneminin de başlangıcı olmuştur. Nevşehirli Damat İbrahim Pa-şa'nın uzun sadaret yıllarını içine alan bu dönemde Batı ile siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkiler geliştirilmeye başlanmıştır. Yüzyıllardır savaş hâlinde olan Osmanlı Devleti ile Avrupa arasındaki ilişkiler ilk kez bu kadar yakınlaşmıştır. Osmanlı devlet erkânı ve dönemin bazı aydınları, ilk kez Avrupalıların üstünlüğünün altında yatan sebepleri öğrenmek gerektiğini kabul etmiştir. Bu nedenle Avrupa'daki düzene ayak uydurarak ıslahatlar yapılması ve değişimin yolunun açılması gerekliliği ortaya çıkmıştır.

BİLİYOR MUSUNUZ?
Eskiden beri Türkler arasında önem verilen bir çiçek olan ve döneme adını veren lâle, bu devirde hastalık derecesine varan bir tutkuya dönüşmüş, nadir bir lâle soğanı yüzlerce altına satılmaya başlanmıştır. Batı'da Pasarofça ile başlayan uzun barış sürecinde özellikle başkentte yaygın bir şekilde lâle yetiştirilmiştir. Lâle motifi ; dönemin edebiyat, güzel sanatlar ve Batılılaşma hareketlerinin simgesi olmuştur. Bu dönem için “Lâle Devri" tabirini ise ilk defa Yahya Kemal Beyatlı kullanmıştır.

Osmanlı tarihinde Avrupa tarzında ilk yenileşme hareketleri Lâle Devri hükümdarı olan III. Ahmed Dönemi'nde başlamıştır. Bu dönemdeki ıslahat fikirleri, sonraki yenileşme çabalarına yön vermiş ve bu yenileşme hareketlerine zemin hazırlamıştır.

Osmanlı Devleti'nin savaşlardaki başarısızlıkları, XVIII. yüzyılın ilk yıllarından itibaren silah ehli olan askerî sınıfın önemini kaybetmesine neden olmuştur. Askerî sınıfın yerine devlet kademelerinde kalem ehli bürokratlar ön plana çıkmaya başlamıştır. Örneğin dış sorunları çözmek için diplomasiye değer verilmiş ve dış ilişkilerde reisülküttaplık kurumu önem kazanmıştır. Bunda dönemin reisülküttabı Mehmed Rami Efendi'nin önemli bir rolü vardır. Mehmed Rami Efendi'nin reisülküttaplıktan sadrazamlığa getirilmesiyle kalemiye sınıfı giderek güçlenmeye başlamıştır.

Pasarofça Antlaşması ile Osmanlı Devleti, Batı'da genişleme siyasetini bırakmış Avusturya ve Rusya gibi devletlerin, Osmanlılar aleyhine genişlemelerine karşı savunma tedbirleri almıştır. Böylece kaybedilen yerleri geri alma ümidi kalmayan Osmanlı Devleti, Avrupa sınırlarını güvence altında tutmaya çalışmıştır. Devletin ileri gelenleri, Osmanlı tarihinde ilk defa savaştan çok barışı korumak amacıyla Avrupa siyasetiyle yakından ilgilenmiştir.


Avrupa'yı tanımanın Osmanlı dış politikası ve ticareti için önemli olduğuna inanan ve bu yönde harekete geçen ilk Osmanlı sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa olmuştur. Bu doğrultuda İstanbul'daki Avrupa ülkelerinin diplomatik temsilcileriyle düzenli bir ilişki kurulmuş ve çeşitli ülkelere elçiler gönderilmiştir. Elçiler yalnızca diplomatik ve ticari görüşmelerde bulunmamış, Avrupa'daki diğer gelişmeleri de yöneticilere rapor hâlinde sunmuşlardır.

YORUMLAYALIM
OsmanlI’da Yenileşme Çabaları
Avrupa'ya gönderilen ilk elçi Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi'dir. 1720-1721 tarihleri arasında Paris’e gönderilen Çelebi Mehmed Efendi'nin hazırladığı rapor, Osmanlı Devleti'nin aydınlanmasında en etkili rapor olmuştur. Bundan böyle Osmanlılar kendilerini Avrupa'dan soyutlamamış ve Batı'daki gelişmelerden haberdar olarak Doğu-Batı arasında bütünleşmenin ilk adımlarını da atmaya başlamıştır. Hem Avrupa'da hem de Osmanlı'da eski devirlerde birbirlerine karşı oluşan ön yargılar yavaş da olsa yıkılmaya başlamıştır. Bu bakımdan Osmanlıların yenileşmesinde Osmanlı diplomatları ve maiyetlerinin yeri inkâr edilemeyecek kadar önemlidir. Yirmisekiz Çelebi Mehmed'in oğlu Mehmed Said Efendi, Lâle Devri'nde Avrupai tarzdaki yenileşmenin öncüsü olmuştur. Görüldüğü üzere Osmanlı Devleti'ndeki değişim sürecinde, devlet erkânı ve onlara yakın olanlar, birinci derecede etkili olmuş ve yenileşme bir halk hareketi olarak doğmamıştır.
Tufan Gündüz, Osmanlı Tarihi El Kitabı, s.771-774'ten düzenlenmiştir.​
Osmanlı Devleti'nde yenileşme çabalarının bir halk hareketi olmamasının sebepleri nelerdir?

Özellikle İstanbul'da, daha önceleri Avrupa'daki hayat tarzına karşı duyarsız olan halk, Lâle Devri ile birlikte Avrupa'ya karşı bir merak duymaya başlamıştır. Bunun sonucunda bazı zengin zümreler; Avrupalı tarzında ev eşyaları, giysiler, resim ve tablolar kullanmaya başlamıştır.

Özellikle İstanbul'da, daha önceleri Avrupa'daki hayat tarzına karşı duyarsız olan halk, Lâle Devri ile birlikte Avrupa'ya karşı bir merak duymaya başlamıştır. Bunun sonucunda bazı zengin zümreler; Avrupalı tarzında ev eşyaları, giysiler, resim ve tablolar kullanmaya başlamıştır.

Lâle Devri'nin en önemli gelişmesi, Müslümanların da artık matbaa kullanmaya başlamasıdır. Gayrimüslimlerin daha önce İbranice, Rumca, Latince ve Ermenice gibi kendi dillerinde basılan eserlerine karşı Lâle Devri'nden itibaren Türkçe eserler basılmaya başlanmıştır. III. Ahmed Dönemi'nde birisi Topkapı Sarayı'nda diğeri Yeni Cami'de olmak üzere iki kütüphane kurulmuştur. Yine bu dönemde, başta edebî eserler olmak üzere kültürel ve bilimsel eserlerin Türkçeye çevrilmesi için bir heyet oluşturulmuştur. Bu heyet; Arapça ve Farsça dışında Batı'da yazılmış birkaç tarih, felsefe ve astronomi eserini de Türkçeye tercüme etmiştir. III. Ahmed ve Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, devrin bilim ve sanat adamlarını himayelerine almış ve onları çalışmaya teşvik etmiştir.

Lâle Devri'nde Doğu tıbbının bitkisel ilaçlarla tedavisi yerine, Batı'nın kimyasal ilaçlarla tedavisini tercih eden hekimlerin ortaya çıkması, sağlık konusunda bir ikilemin yaşanmasına sebep olmuştur. Bu nedenle devlet, hekimlerin alanlarında yeterli olup olmadıklarını belirlemek için bir sınav uygulamaya başlamıştır.

BİLİYOR MUSUNUZ?
İstanbul'daki İngiltere elçisinin eşi Lady Montagu (Leydi Montegü), “Türkiye Mektupları” adlı eserinde Türkiye'de bazı hastalıklara, özellikle çiçek hastalığına karşı aşı yapıldığını kaydetmiştir.

Lâle Devri'nden önceki dönemlerde yangın ve depremlerle harap olan İstanbul yeniden imar edilmiş, şehirlerde yeni yollar açılmış, yeni binalar ve köşkler yapılmış, bahçe düzenlemesi önem kazanmıştır. İstanbul, birçok defa büyük yangınlara maruz kaldığı için Yeniçeri Ocağına bağlı “Tulumbacılar” adıyla ilk defa düzenli bir itfaiye teşkilatı kurulmuştur.

Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi'nin ülkeye dönmesinden sonra İstanbul'da başta mimari olmak üzere hemen her alanda Fransız tesiri, süsleme sanatında ise barok ve rokoko tarzları kendini göstermiştir. 1748-1755 yılları arasında inşa edilen Nur-u Osmaniye Camisi ilk Barok tarzı camidir ve yarım daire avlusuyla geleneksel cami mimarisinden ayrılır. Lâle Devri'nde çiniciliğin yeniden canlandırılması amacıyla 1725 yılında İstanbul'da bir çini atölyesi, bunun yanında bir de kumaş ve çuha atölyesi kurulmuştur.

Lâle Devri'nde kültür, mimari, sağlık ve sosyal alanlarda gerçekleştirilen bütün bu olumlu gelişmelere rağmen lüks merakı ve israflarından dolayı sadrazam ve devlet adamlarına karşı tepkiler artmıştır. Bu dönem 1730'daki Patrona Halil İsyanı ile kanlı bir şekilde sona ermiştir. Devrin sembolü hâline gelen Sadâbad Sarayı ise yerle bir edilmiştir.


Lâle Devri, bazı aşırılıklar bir kenara bırakıldığında toplumdaki değişim arzusunun ulaştığı boyutu göstermesi bakımından oldukça önemli bir dönemdir. Dönemin coşkusunu, duygularını gazellerinde dile getiren Nedim ve Şeyh Galip, Lâle Devri'nin önemli şairlerindendir. Osmanlı sanat ve kültürünün belirli bir gelişme gösterdiği dönemde yaşayan Levnî, minyatür sanatında büyük başarılar ortaya koymuştur.


CEVAPLAYALIMLale Devri'nde, hangi alanlarda ıslahatlar yapılmıştır?


Matbaa ve Bilginin Üretilmesi

Coğrafi Keşifler, Rönesans ve Reform hareketleri, Bilim ve Aydınlanma Çağı gibi gelişmeler; Avrupa'nın bugünkü kültürel, bilimsel ve teknolojik seviyesine ulaşmasını sağlamıştır. Rönesans ile başlayan Akıl Çağı; edebiyatta, sanatta, bilimde ve kültürel sahada köklü değişimleri beraberinde getirmiş ve Coğrafi Keşifler ile Avrupa zengin ve önemli coğrafyalarla tanışmıştır. Reform süreci, modernleşme için gerekli dinî ve kültürel ortamı oluşturmuştur. Aydınlanma Çağı ise Avrupa'yı skolastik öğretiden ve kilise dogmalarından uzaklaştırmış ve aynı zamanda Avrupa'da gelişimin bilimsel temellerini atmıştır.

Modern Avrupa'nın oluşumunda özgür düşünceyle bilginin üretimi önemli bir aşama olmuştur. Üretilen bilginin geniş halk topluluklarına ulaştırılmasını sağlayan gelişme ise matbaanın icadıdır. Matbaanın icadıyla ilgili çelişen bilgiler olmakla birlikte bu konuda en önemli gelişmenin Çinliler tarafından gerçekleştirildiği kabul edilmiştir. Çin'de matbaanın ortaya çıkışı Avrupa'ya göre çok daha eskilere dayanmakla birlikte, matbaa geliştirilememiştir. Çünkü Çin alfabesi yapı özelliği bakımından matbaada kullanılmaya uygun değildir.

Modern anlamda ilk matbaa Avrupa'da Gutenberg tarafından 1450'lerin başında geliştirilmiştir. Bununla birlikte XV. yüzyılda, Hollanda ve İtalya'da da hareketli harflerle kitap basıldığı bilinmektedir. Yani Gutenberg, Avrupa'da ilk matbaacı değil aslında matbaacılık tekniğini geliştiren kişidir. Gutenberg, değiştirilebilen harflerle baskı yöntemini geliştirmiş ve baskıyı mekanikleştirmiştir. Avrupa'da, XV. yüzyıldan sonra özellikle Almanya ve İtalya'da matbaanın kullanımı yaygınlaşmıştır. Basın sanatının gelişip yaygınlaşması sonucu insanlar geniş ölçüde okuma imkânı bulmuş ve o zamana kadar soylularla din adamlarının yararlandığı kitaplar artık halkın da kullanımına açılmıştır.

Kitaplar, matbaadan önceki dönemlerde elle yazılarak çoğaltılmıştır. Avrupa'da kitap çoğaltma işi manastırların yazı atölyelerinde yapılmış ve zamanla kitap yazımı, daha çok bir kilise görevi olarak görülmeye başlanmıştır. Kilisenin el yazması kitaplar üzerindeki etkisi, Orta Çağ boyunca devam etmiştir. Avrupa'da XIII. yüzyılın sonlarında, üniversitelerin kurulduğu dönemde, kitap çoğaltan meslek kuruluşları ortaya çıkmış, XIV ve XV. yüzyılda ise kiliseye bağlı olmayan hattat, minyatürcü ve kitap süsleyicileri yetişmiştir. Parşömenle hazırlanan el yazması kitabın pahalı olması nedeniyle Orta Çağ'ın sonlarında parşömenin yanında kâğıt da kullanılmaya başlanmıştır. El yazması kitaptan basılı kitaba geçiş, matbaanın icadıyla gerçekleşmiştir. Avrupa'da kâğıt ve matbaanın yaygınlaşması, bilginin üretiminde ve yayılmasında en önemli aşama olmuştur.

ÖRNEK METİN
Kâğıdın Serüveni
Parşömen, keçi ve koyun derisinin üzerindeki yünün veya kılın kazınıp derinin birkaç gün kireçli suda bekletilmesi, ardından da sünger taşı ile parlatılmasıyla elde edilir ve bu yüzden pahalı bir malzemedir. Kitap basımı için parşömen yerine kâğıdın kullanılması bir dönüm noktası olmuştur. Kâğıt, dut ağacı kalıpları, kendir, kenevir ve paçavra kullanılarak yapılmıştır. Parşömene göre daha ucuz olan kâğıt, MS 105'te Çin'de icat edilmiştir (Görsel 2.39). Müslümanlar, Çinlilerden bu icadı öğrenmiş ve kâğıt üretmeye başlamıştır. İslam dünyasında bol miktarda kâğıt üretilmesi, Orta Çağ'da İslam kültürünün üstün olmasının sebepleri arasındadır. Kâğıt, İspanya'yı fetheden Müslümanlar tarafından Avrupa'ya taşınmıştır. Müslümanlar, XII. yüzyılda Endülüs'te Avrupa'nın ilk kâğıt imalathanelerini kurmuştur. 1276 yılında İtalya'nın Fabriano şehrinde imal edilene kadar Avrupalılar, kâğıt ihtiyacını Yakın Doğu ve İspanya'dan karşılamıştır. Kâğıt imalatı Fransa'da 1348, Almanya'da 1390, İngiltere'de 1495 ve Amerika'da 1690'da başlamıştır.

Osman Ersoy, “Kağıt”, s.163-165'ten düzenlenmiştir.​

Bilginin kayıt altına alınmasının kolaylaşması, kitapların kopyalarının kısa sürede ve çok sayıda üretilebilmesi, kâğıdın ucuzlaması ve yaygınlaşması Avrupa'da matbaanın geliştirilmesi ile ortaya çıkan önemli sonuçlardır. Bu gelişmelerle Avrupa'da okuryazar sayısı hızla artmaya ve insanların eğitim düzeyi yükselmeye başlamıştır.

Matbaanın geliştirilmesi ve kâğıt üretiminin artması çok sayıda kitap basılmasını sağlamış ve kısa sürede Avrupa'da birçok matbaa kurulmuştur. Gutenberg'in modern matbaayı icadından 1500 yılına kadar geçen yaklaşık elli yıllık sürede, Avrupa'da 300 kentte 1.700'den fazla matbaa kurulduğu belirtilmektedir.

Matbaanın yaygın şekilde kullanılmaya başlanması, kütüphaneleri de olumlu etkilemiştir. Matbaada basılmış kitaplarla kurulan kütüphaneler, el yazması kitaplardan oluşan kütüphanelere göre çok daha fazla kitap sayısına ulaşmıştır. Bilginin, bilimin ve kültürün korunmasında ve yayılmasında hayati işleve sahip olan kitap sayısındaki artış, Avrupalılara bilgiye erişim konusunda büyük bir avantaj sağlamıştır. Örneğin Viyana İmparatorluk Kütüphanesinde 1600 yılında 10.000 kitap varken bu sayı 1680'de 80.000’e çıkmıştır. Yine Berlin Kraliyet Kütüphanesinde 1786 yılında 80.000 kitap bulunduğu bilinmektedir.

BİLİYOR MUSUNUZ?
Avrupa'da matbaanın geliştirildiği yıllar, Osmanlı Devleti'n-de II. Mehmed'in padişahlık dönemine rastlar. Osmanlıların matbaa konusunda herhangi bir girişim yapıp yapmadığı noktasında net bir bilgi yoktur. Bununla birlikte İstanbul'da o yıllarda Avrupa'dan getirilen Arap harfleriyle basılmış kitaplar satılmıştır.
Turgut Kut, “Matbaa”, s.107'den düzenlenmiştir.

Matbaa geliştirildikten sonra çeşitli toplumlar tarafından eşzamanlı ya da biraz gecikmeli olarak kullanılmaya başlanmıştır. Osmanlı Devleti'nde ilk matbaayı kuranların gayrimüslimler olduğu kesindir. Gayrimüslimler içerisinde de matbaayı kullanan ilk grup Yahudilerdir. İlk Yahudi matbaası, İstanbul'da 1493 yılında Musevi Hahamı Gerson tarafından kurulmuştur. Yahudiler daha sonra 1510'da Selanik'te, 1554'te Edirne'de, 1605'te Şam'da, 1646'da İzmir'de basımevleri kurarak din, tarih ve dil bilgisi kitapları basmıştır. Osmanlı'da ilk Ermeni matbaası, Kumkapı'da 1567 yılında kurulmuştur. İstanbul'da ilk Rum matbaasını ise N. Metaxas adlı bir Rum papaz, Londra'dan getirdiği basım araçları ile 1627 yılında açmıştır.

Müslümanların kullandığı ilk matbaa Lâle Devri'nde açılabilmiştir. Matbaa kurma hazırlıklarına basımevinin açılışından sekiz yıl kadar önce başlayan İbrahim Müteferrika ve Fransa Elçisi Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi'nin oğlu Said Efendi ile ortak bir matbaa kurmak konusunda anlaşmıştır. Müteferrika, matbaanın yararlarını anlatan bir rapor hazırlayarak Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'ya sunmuş ve sunduğu dilekçeye Vankulu Lûgati'nin basılmış birkaç sayfasını da eklemiştir. Sadrazam'ın olumlu karşılaması ve Said Efendi'nin çabalarıyla şeyhülislam, “matbaa kurulmasında din bakımından sakınca olmadığı” yolunda fetva vermiş ve matbaa açılmasının önünde engel kalmamıştır.

Padişah III. Ahmed, 1727 yılında din kitapları basılmaması şartıyla matbaa açılmasına izin veren fermanını yayımlamıştır. İbrahim Müteferrika'nın evinin alt katında 1727 yılında yani Avrupa'da geliştirilmesinden yaklaşık üç asır sonra Müslümanların kullanımı için ilk matbaa kurulabilmiştir.

İbrahim Müteferrika matbaasında basılan ilk kitap, iki yıl kadar süren çalışmalar sonunda 31 Ocak 1729'da yayımlanan “Vankulu Lügati” olmuştur. 1729-1741 yılları arasında sadece 17 kitap yayımlanmış, Müteferrika’nın ölümüyle uzun süre yayımda duraklama olmuştur. XVIII. yüzyıl sonuna kadar basılan kitapların sayısı 45 kadardır. Bunlar dil, sözlük, tarih, coğrafya, sosyal bilimler, askerlik, fen, eğitim, matematik vb. konuları içeren kitaplardır.

Osmanlı Devleti'nde okuyucu kitlesinin sınırlılığı, matbaanın yaygınlaşmasını da engellemiştir. Hattatlığın yaygın bir meslek oluşu, dinî tutuculuk ve yasaklamalar, okuryazar oranının düşüklüğü ve okuma alışkanlığının yaygınlaşmaması gibi sebepler, matbaanın Osmanlı Devleti’nde Müslümanlar tarafından geç kullanılmaya başlamasının temel sebepleri olarak gösterilebilir. Kâğıt ihtiyacı ve yetişmiş eleman sorunu da matbaanın geç kullanılmasının teknik sebepleri olarak gösterilebilir.

BİLİYOR MUSUNUZ?
1730 yılında Lâle Devri'nde çıkan Patrona Halil Ayaklanması sonrasında, yenilikçi sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa katledilmiş ve padişah tahttan indirilmiş fakat basımevine dokunulmamıştır.


İlim ve İrfan Erleri

Osmanlı Devleti'nde âlimler, devletin ilk teşkilatlanmasında genelde yönetici olarak görev yapmıştır. Ülke dışından gelen âlimler matematik, tıp, hukuk, astronomi, din gibi alanlarda ilk eserleri vererek Kuruluş Dönemi'nde Osmanlı toplumunun ihtiyaçlarını karşılamıştır. Dönemin önemli ilim merkezleri olan Türkistan, Irak, Mısır, Suriye ve İran'da eğitim görmüş ilim adamlarının etkisiyle Osmanlı ilim geleneği şekillenmiştir. Devletin yüksek bir medeniyet seviyesine erişmesiyle toplum hayatında âlimlerin etkisi ve önemi daha da artmıştır. Ancak XVII. yüzyıldan itibaren ilim ve fikir hayatı gerilemeye ve akli ilimler ikinci plana atılmaya başlanmıştır. Merkezî otoritenin zayıflamasıyla ortaya çıkan sosyal ve ekonomik sorunlar, fetihlerin ve devlet gelirlerinin azalması, yaşanan toprak kayıpları, ilmî gelişmeye engel olmaya başlamıştır. Bu olumsuzlukların etkisiyle, ilmî faaliyetleri teşvik edici unsurların da kaybolması, ilim ve fikir insanlarının geçim endişesi yaşamasına neden olmuştur.

TARTIŞALIMBir ülkede ilmî faaliyetlerin artırılması için yapılması gereken çalışmalar neler olabilir?

Avrupa ile Osmanlı ilim dünyası arasındaki açığı fark eden ilk Osmanlı âlimi, Avrupa’da “Hacı Kalfa” ismi ile tanınan Kâtip Çelebi’dir. Kendisinden önceki âlimlerden farklı olarak birçok önemli eserin tercümesini yapan ve Batı’daki ilmî gelişmeleri de yakından takip eden Kâtip Çelebi, Arapça ve Türkçe eserler kaleme almıştır.

YORUMLAYALIM
XVII. Yüzyılda Bir Osmanlı Aydını: Kâtip Çelebi
XVII. yüzyılda bilmediklerini merak duygusuyla sürekli öğrenme uğraşısında olan Kâtip Çelebi, yaşının hayli ilerlemiş olmasına rağmen zamanının bilim adamlarından dersler almaya çalışmıştır. Katıldığı seferlerde bile ordunun konakladığı yerlerde kitapçı dükkânlarını dolaşarak ilmî çalışmalardan haberdar olmaya özen göstermiş, yörenin âlimleriyle görüşüp bilgilerinden yararlanmaya gayret etmiştir. Kâtip Çelebi’nin eserlerinin altyapısını genel olarak bu ziyaretlerde elde ettiği bilgi, gözlem ve materyaller oluşturmuştur.

Kâtip Çelebi sadece Türkçe ve Arapça yazılmış eserleri kaynak olarak kullanmakla yetinmemiştir. Batı kaynaklarından da yararlanmak gibi zamanının ilim adamlarına göre sıra dışılık olarak nitelendirilebilecek bir ilmî tavır ve hür düşünceye sahip olmuştur. Öyleki Tarihçi Bernard Lewis (Bernard Luvis) bu yönüyle Kâtip Çelebi’yi XVI ve XVII. yüzyıllarda Avrupa üzerine kalem oynatan Hezârfen Hüseyin ve Müneccimbaşı Ahmed B. Lütfullah ile birlikte başlıca üç Osmanlı yazarından biri olarak kabul etmiştir.
Eyüp Baş, “Katip Çelebi (1609-1657)”, s.141-142’den düzenlenmiştir.​
Kâtip Çelebi’nin, yaşadığı dönemde en önemli üç âlimden biri sayılmasının sebepleri nelerdir?


Osmanlı ilim ve irfan geleneğindeki yenilik arayışlarının ilk hamlesini yapan Kâtip Çelebi, ülkesini Batı'daki gelişmelerden haberdar etmeye çalışarak döneminin aydın kesimini eleştirmiştir. Kâtip Çelebi düzenli bir medrese eğitimi almamasına rağmen hem akli hem de naklî ilimler üzerinde çalışmıştır. Osmanlı bilim ve düşünce hayatında önemli bir yer edinen Kâtip Çelebi'nin “Keşfü'z-Zunûn” adlı eseri, kapsamlı bir bibliyografya ve ilimler ansiklopedisi özelliğini taşımaktadır.

1655-1716 yılları arasında yaşayan ve Osmanlı Devleti'nin ilk vakanüvisti olan Naima Efendi, Kâtip Çelebi'nin ilim ve irfan geleneğinde açtığı yolda ilerlemiştir. Tarihe olan sevgisi ve merakı nedeniyle devrin büyüklerinin dikkatini çekmiştir. Tarih ilminin önemi üzerinde duran Naima, tarih yazarlarında doğru sözlü olmak ve olayların aslını iyi araştırmak gibi özelliklerin bulunması gerektiğini vurgulamıştır.

Naima Efendi, “Târîh-i Naîmâ” adlı eserinde olayları, kronolojik ve çok yönlü değerlendirmelerle ele alarak kişiler ve kurumlar hakkında önemli bilgilere yer vermiştir. Naima, sözlü ve yazılı kaynaklardan derlediği haberleri ustalıkla birleştirmiş ve eserini Osmanlı tarihçiliğinin önemli bir şaheseri hâline getirmiştir.

BİLİYOR MUSUNUZ?
Naima'ya göre tarih, en eski devirlerden beri meydana gelen hadiseleri ve ibret alınacak vakaları öğreten ilimdir. Ona göre tarih, âlimlerin zekâsını artırır ve akıllı insanlar, tarih bilgisi sayesinde daha uyanık olur. Halk tarih sayesinde eski hadiseleri öğrenir ve yüksek zümre ise onun sayesinde bazı sırları çözerek irfan derecesi kazanır.


Edebiyatçı, halk tarihçisi, halk bilimci, hattat gibi yönleri ile öne çıkan Evliya Çelebi XVII. yüzyılda yaşamış bir Osmanlı aydınıdır. Çocukluğundan itibaren seyahat etme arzusundadır. Babasının anlattığı hikâyeler onu çok etkilemiş ve onda farklı yerleri gezip görme hevesi uyandırmıştır. İlk seyahatini Bursa'ya yapan Evliya Çelebi, kırk iki yılda yaptığı seyahatler sonucunda gezip gördüğü yerleri ve şahit olduğu olayları usta bir ressam bakışıyla “Seyahatname-i Evliya Çelebi” adlı eserinde bir araya getirmiştir. Seyahatnamesinde gezdiği bölgelerde bulunan inanışlar, gelenekler, kültürel ögeler, yararlı su ve bitkiler hakkında bilgiler vermiştir. Gezdiği topraklarda bugün otuzdan fazla devlet mevcuttur. Seyahatname'yi okumadan bu geniş coğrafyanın tarihini yazmak mümkün değildir. Eseri toplam on cilttir ve dört bin sayfaya yakındır. Bu hacimde bir seyahat metni dünyada tektir.

XVIII. yüzyıl Osmanlı âlimlerinden olan Yanyalı Esad Efendi, Aristo'nun bazı eserlerini Grekçeden Arapçaya çevirmiş, onları düzeltmiş ve bu şekilde tanınmıştır. Esad Efendi, Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından Lâle Devri'nde başlatılan yenileşme hareketleri kapsamında kurulan tercüme kurulunun başkanlığına getirilmiştir. Sahip olduğu ilim ve tecrübeyle yetiştirdiği öğrenciler, yaptığı önemli vazifeler, yazdığı eserler devrin âlimleri tarafından takdir edilmiştir.
Yorumlar - Yorum Yaz
Anket
"PAROLAMIZ YA İSTİKLAL YA ÖLÜM" KİTABIMIZI OKUDUNUZ MU?
TÜRK İSLAM DEVLETLERİ TARİHİ
OSMANLI DEVLETİ TARİHİ
abdullahhoca

SİTEMİZE GÖSTERMİŞ OLDUĞUNUZ İLGİYE TEŞEKKÜRLER...
TARİH BİZDEN ÖĞRENİLİR.
Site Haritası